Dünyayı hicret dünyası olarak görmeden vizyon kazanılmaz misyon yüklenilmez yenilik yapılmaz

Yirminci yüzyılın sonuna doğru, Doğu Avrupa’daki gelişmeler ve Sovyetler Birliği’nin dağılması, dünyadaki güç dengelerini baştan sona değiştiriyor. Yeni oluşan dengelerde, Atlantik ülkelerinin ekonomik güçleri azalırken, Pasifik ülkelerinin ekonomik güçleri artıyor. Uluslararası ekonomide Malezya’nın, Türkiye’nin, Endonezya’nın, Çin’in ve Brezilya’nın paylarını artırması, Türk Cumhuriyetleriyle birlikte, Müslüman ülkeleri, her alanda köklü yenilikler yapmaya zorluyor.

Yirmi birinci yüzyılın öncülerinin başında hem üretenler hem tüketenler olarak ürettikleri ürünleriyle, verdikleri hizmetleriyle dünya pazarlarındaki paylarını büyütme yolunda, geçmişte benzeri görülmemiş, bir kusursuzluk yarışına giren ülkeler, kurumlar ve kuruluşlar geliyor. Ülkelerin ekonomik ve siyasal güç kazanmalarında, kültürlerin belirleyiciliği giderek artıyor. Devletlerin güçleri sermaye bolluğundan daha çok her alanda, üretimin sürükleyici gücü olan girişimci bolluğundan kaynaklanıyor.

Dünyada yeni zenginliğin kaynağında, ilk sırayı üreten el olmasını bilenler alıyor. Küresel üretim yarışını, iki yılını birbirinden farklı kılmasını bilen ülkeler kazanıyor. İnsanların kalite sevdalısı olduğu bir yüzyılda, ekonomik ve kültürel güç orduların savaştığı cephelerden, kuruluşların yarıştığı pazarlara kayıyor. Yıldan yıla büyüme hızı artan ekonomi, yeni boyutlar kazanarak siyasal sınırları ortadan kaldırıyor. Artık hangi ülkede üretilirse üretilsin, pazara çıkarılan her yeni ürün bütün ülkelerde pazarlanıyor.

Kuruluşların sürekli artan üretimleriyle, dünya bir yandan küçülürken bir yandan düzleşiyor. Üreticilerin ürünleri gibi, tüketicilerin davranışları küreselleşiyor. Üretici kuruluşlar ülkelerini aşan bir kimlik kazanırken, tüketiciler ulusal kimliklerini yitiriyor. Dünyanın neresine gidilirse gidilsin insanlar, yeryüzünün en güzel doğal içeceği sudan daha çok, alkollü alkolsüz içeceklerin peşinden koşuyor. Hızlı araba kullanmayı özgürlük olarak sunan reklamlar, bütün ülkelerin gazetelerinde aynı zamanda yayınlanıyor.

Batılılaşma, modernleşme ve çağdaşlaşma adına seküler hayat kot giyeceklerle, kolalı içeceklerle, televizyon dizileriyle Disneyland’ten, Hollywood’tan bütün dünyaya ihraç ediliyor. Dünyanın her yanında kutsal ve seküler değerlerin ve kültürlerin çatışması, hayatın bütün alanlarında hızını hiç yitirmeden olanca şiddetiyle sürüyor. Bütün ülkelerde aydınlıkla karanlığın, iyimserlikle kötümserliğin, doğrulukla yanlışlığın yarışması gibi, kültürlerin uzun soluklu sıcak ve soğuk savaşı, her alanda kıran kırana devam ediyor.

Dünyada ülkeler arasındaki uzaklık ve yakınlık, merkez ve çevre farkını ortadan kaldıran küreselleşmeye, başka bir deyişle sınırsızlaşmaya uyum sağlama kültürler, ülkeler, kurumlar ve kurululuşlar arasında, kusursuzluk arayışının giderek hızlandığı küresel pazarlarda, sağlam yer tutmanın “olmazsa olmaz” şartı haline geliyor. Artık ister ürün, ister hizmet, ister bilgi üretilsin, dünya tek pazara dönüşüyor. Küresel kuruluşlar ürünlerinin ve hizmetlerinin, istenildiği ve satıldığı ülkelere yatırım yapmak zorunda kalıyorlar.

Dünya pazarlarına açılan kuruluşlar sermayeleriyle birlikte teknolojilerini, kültürlerini ve değerlerini gittikleri ülkelere taşıyorlar. Sürekli değişen ekonomik sınırların, değişmeyen siyasal sınırlardan daha çok önem kazandığı, duvarların, kapıların ve örtülerin önemsizleştiği yeni dünyada, kuruluşların ülkeleri ağırlıklarını yitirirken, ilkeleri güçlerini artırıyor. Kurumsal üreticiler ve kurumsal tüketiciler, aradıkları ürünlerin ve hizmetlerin, üretildikleri ülkelerden önce, fiyatlarına ve kalitelerine bakıyorlar.

Avrupa’da Berlin Duvarının yıkılmasından sonra, her ülkede hayatın bütün alanlarında, büyük bir dönüşüm yaşanıyor. Artık hiçbir ülkenin içine kapanarak, dünya pazarlarında alınan satılan ürün, hizmet ve bilgi üretmesi beklenmiyor.

Dünyanın neresinde olursa olsun, kapalı toplumlar canlılıklarını koruyamıyor. Ekonomik ve kültürel dünyaları sınırlı olan toplumların, yönetim, üretim ve tüketim güçleri sınırlı oluyor.

Dünyayı büyük bir Hicret ülkesi olarak görmeden, vizyon kazanılmıyor, misyon yüklenilmiyor, yenilik yapılmıyor.